1 Kasım 2013 Cuma

Eski bir dost

Nerden aklıma geldi, böyle bir blogumun olduğu. Yazdığım yazıları okudum, yazılan yorumları okudum ki pek fazla yoktu zaten. Hayat insanı nasıl savuruyor, kendine yabancılaştırıyor, geçmişi uzaklaştırıyormuş. Romantik bir idealistmişim küçükken ama güzel şeyler de yazmışım, gurur duydum çocukça düşüncelerimle :)

Neyse! Durduk yerde aklıma gelen eski bir dosta selam vermek ihtiyacı hissettim. Kimsenin bilmediği, umursamadığı ama benim için değerli bir dost.

30 Kasım 2009 Pazartesi

Hayatın Anlamı ve Düşüncelerin Çeşitliliği

Son günlerde bir felsefe kitabı okuyorum ve hayatın anlamının kişiden kişiye ne kadar değişken olabileceğini gözlemliyorum. Şu anda dünyada yaşayan milyarlarca insan var. Tarihte de yaşamış milyarlarca insan vardı. Bu insanların hiçbiri sonsuza kadar yaşamamıştır ve yaşamayacaktır. Bu da insanın hayatın ve ölümün anlamını keşfetmeye çalışmasına neden olmaktadır. Eğer bir gün bu dünyada var olmayacaksak varlığımızın bir anlamı olmalıdır. Ölümün ne olduğunu öğrenme arzusu tüm insanların içinde bulunmakta ve herkes bu gizemli durumu çözmeye çalışmaktadır. Fakat kimi insanlar bu soruyu sorup cevabını bulamadığı için artık hiç sormamaya başlar ve sadece hayata odaklanır. Bu da hazcılığa ya da tam aksine acıdan kaçılamayacağı düşüncesine neden olmaktadır. Birinci düşünce tarzındaki kişi eğer ölümden kaçış yoksa bu hayattan olabildiğince zevk alınması gerektiğini ve hazların herşeyden daha gerçek ve önemli olduğunu düşünmeye başlar. İkinci modeldeki kişi ise hayatın ne yapılırsa yapılsın sona ereceğini, ölümden kaçışın olmadığını, bu nedenle herşeyin anlamsız olduğunu ve haz almaya çalışmanın kendini kandırmak olacağını düşünür ve hayatın acılardan ibaret olduğunu düşünür.

Hayatın anlamlı olabilmesi için başka insanlara yardım edilmesi gerektiğini savunan insanlar da hayatın kendiliğinden bir anlamı olmadığını ancak başkalarına iyilik ederek ona bir anlam kazandırılabileceğini düşünürler. Öte yandan hayatın çok kısa olduğunu, insanın sadece kendini düşünmesi gerektiğini ve herkesin sadece kendini düşünerek mutlu olabileceğini düşünen insanlar da vardır. Ruhun ölümsüz olduğunu düşünenler de vardır, ruh denilen birşeyin var olmadığını dünyanın ve tüm evrenin sadece maddeden oluştuğunu düşünenler de vardır... Hayatın anlamıyla ilgili düşünceler çok çeşitlidir ama yine de taban tabana zıt olan düşünceler kendine taraftar bulabilmiştir. O halde hayatın anlamını akılla sorgulayabiliriz ancak onu öğrenmek için akıl yetersiz kalmaktadır. Eğer böyle olmasaydı tarih boyunca birbirinden zeki insanlar, filozoflar, bilim adamları farklı düşünceler ortaya koymaz aksine aynı sonuca varırdı. Sonuç olarak hayatı anlamak konusunda duyularımıza inanmamız gerektiğini söyleyenler de, aklımıza güvenmemizi söyleyenler de bir ölçüde haklıdır. Ama bu ikisinin kendi başlarına hatta ikisinin birlikte bile cevap vermeye yetmeyeceği çok açıktır.

O zaman cevabı nasıl bulacağız. Bu kadar çeşitli düşünceden hepsi bize bir ölçüde mantıklı gelirken hangisinin doğru olduğuna nasıl karar vereceğiz. Bu çok zor bir soru aslında çünkü kimse bu soruya kesin bir cevap veremez fakat ancak bazı şeylere inanmak bu soruların üstesinden gelebilmeyi sağlar. Tabii bilim adamları ve bazı filozoflar inanmanın akla güvensizlik olduğunu ve insanı yanlış yöne götüreceğini iddia eder. Bense aklın insanı inanmaya götürdüğünü düşünüyorum. Çünkü tüm insanların biraraya gelse dahi cevap veremeyeceği soru(n)lara ancak bir yaratıcının varlığı inancı cevap verebilmektedir. Bunlara "Bu kadar mükemmel düzendeki bir evren nasıl var olabilir?", "Yeryüzünde bir dengenin var olmasını sağlayan nedir?", "Ben neden varım?", "Ölüm nedir ve öldükten sonra neyle karşılaşacağım?", "Hayat nedir ve nasıl başlamıştır?" gibi sorular örnek olarak verilebilir. Tüm bu sorulara tatmin edici cevap bir yaratıcının var olduğu düşüncesiyle verilebilir. Örneğin ilk soruyu düşündüğümüzde bu kadar mükemmel düzendeki bir evren tesadüfen, kendiliğinden var olmuştur demeye kalkıştığımızda aklımız bize bunun mantıksız olduğunu söyleyecektir. Çünkü daha önce duyumsanan örneklerin bu düşünceyle örtüşmediği kesindir. Mesela "Piramitleri kim, nasıl yaptı?" sorusuna bilim insanları henüz tatmin edici bir cevap bulamamıştır fakat hiç kimse piramitler kendiliğinden oluşmuştur da diyemez. Çünkü piramitlerin yapısındaki mükemmellik onun birileri tarafından yapıldığını göstermektedir. Ve bu nedenle de piramitlerin kendiliğinden oluştuğu düşüncesine aklı başına hiçkimse itibar etmeyecektir.
Aynı şekilde diğer sorular da ancak bir yaratıcının var olması düşüncesiyle çözülebilir. O halde insan duyular, akıl ve inanç üçlüsü birarada olmadan tüm bu sorularına asla cevap bulamayacaktır.

1 Mart 2009 Pazar

İnsana Karşı İlerleme

Alija İzzetbegoviç'in Doğu ve Batı Arasında İslam adındaki kitabından modern insanın içinde bulunduğu çıkmazları anlatan bir yazıdan alıntıdır:

Amerikan din adamı ve hidrojen bombasının yapımcısı R. Oppenheimer'in görüşüne göre insanlığın son 40 sene içerisinde gerçekleştirdiği teknik ve maddi ilerleme, bundan önce geçen 40 asırda kaydetmiş olduğu ilerlemeden daha büyüktür. 1900'den 1960'a kadar insan tarafından ulaşılan mesafeler 10^26'dan 10^40'a; ısı 10^5 ten 10^11'e ve basınçlar 10^10'dan 10^16'ya kadar yükselmiştir... Gelecek otuz küsur sene zarfında pilli elektromotorlar pistonlu motorların, atomla çalışan gemiler de vapurların yerini alacaktır.

...

1965 senesinde ABD'de 69 milyon otomobil, 60 milyon televizyon ve 7.7 milyon motorbot ve yat vardı. Aynı senede Amerikalılar sadece yaz tatili ve dinlenme için 30 milyar dolar,ki bu Hindistan'ın milli geliri kadardır, sarf etmişlerdir. Amerika'da bütün şahsi gelirlerin 5'te biri lüks için sarfedilmektedir.Bir hesaba göre zengin ülkeler kozmetik için senede 15 milyar dolar sarf ediyorlar. Bu memleketlerde hayat standardı bugün, 1800 senesine nispetle beş misli daha yüksektir ve 60 sene sonra bugünkünden 5 misli daha yüksek olacakmış.

Böyle optimistik bir tablodan sonra sorabiliriz: Bütün bunlar hayatın beş misli daha dolgun, daha mutlu ve daha insani olacağı manasını taşıyor mu? Cevap, kesin olarak, olumsuzdur.

Dünyanın en zengin memleketi olan ABD'de senede takriben 5 milyon ağır suç işleniyor. 1960 ile 1970 arasında ağır suçların artışı nüfus artışının 14 misli idi. 1964'te bu memlekette her 25 dakikada bir ırza tecavüz, her 5 dakikada bir gasp ve her dakikada bir otomobil hırsızlığı oluyordu (bu bilgi FBI'ın senelik raporundan alınmıştır).

Bilhassa endişe verici husus, umumi temayüldür. 1951'de ABD'de yüzbin kişiye 3,1 öldürme olayı düşüyordu. Bu oran 196o'ta 5, 1967'de ise 9 olmuştur. Buna göre 16 sene içinde öldürme olayları 3 kat artmıştır. Federal Almanya'da 1966'da 2 milyon suç kaydedilmişti. 1970'te ise rakam 2.413.000'e ulaştı. İngiltere'de son 10 senede kasten adam öldürme olaylarının sayısı %35'lik artış göstermiştir.

...

Çağımızda alkolizm bilhassa zengin ve tahsilli çevrelerin problemidir. Eğer alkol ( veya uyuşturucu) bir ilticagah veya müdafaa mekanizmalarından biri ise, o zaman zenginler ve tahsilliler, acaba, hangi şeylerden sığınak arıyor ve hangi şeylerden kaçıyorlar?... "Tespiti ve adlandırılması güç olan sebeplerden dolayı bu sosyal belaların alametleri İsveç'te herhangi başka bir ülkeden daha bariz şekilde ortaya çıkmaktadır." diye yazıyor bir İsveçli uzman. Her on İsveçli'den birinin müzmin alkolik olması gerçeğiyle karşılaşan İsveç hükümeti alkollü içkilere önemli miktarda vergi artışları yaparak kurtuluş aramış, fakat bu önlemin tesiri büyük olmamıştır.

Çağdaş Amerika'yı en iyi tanıyanlardan biri olan Arthur Miller, bunalım çağı çocuklarının suça temayülü üzerinde dururken, şöyle diyor: "Suçluların müşterek bir vasfı vardır. Boğulurcasına can sıkıntısı içinde olmaktır... Etrafta maksatsız dolaşmak ve hiçbir şey beklememek, ölmeye çok yakındır... Gençlerin suç işleme temayülü yalnız büyük şehirlerin problemi değildir, kırsal bölgeleri de ilgilendirir. Sırf kapitalizmin değil aynı zamanda sosyalizmin de problemidir; yalnız yoksulluğa ait olmayıp bolluğa da aittir... Sadece Amerika'nın bir problemi de değildir. Ben inanıyorum ki, şimdiki şekliyle bu, insanın kendi başına bir değer olduğu anlayışını yok eden teknolojinin bir mahsulüdür... Kısacası ruh yok olmuştur. Belki iki harbin vahşiliği onu dünyamızdan dışarı atmıştır. Veya teknolojik sürecin kendisi onu insanın içinden emmiştir... Birçok kişi ancak nadiren başkalarıyla iletişim içindedir. Meğer ki müşteri ile satıcı, işçi ile şef, zengin ile fakir kısaca haddizatında kıymet ifade eden ilişkilerden farklı , fakat bir bakıma alet olarak kullanılan faktörler arasında karşılıklı münasebetler olsun. "

...

İntihar vakaları, alkolikler, ve ruh hastaları bakımından acıklı bir rekor kıran İsveç, aynı zamanda ise milli gelir, okur-yazarlık, istihdam ve sosyal sigortalar bakımından dünya listesinde ilk sırayı almaktadır. 1967 senesinde 1702 intihar olayı kaydedilmiştir.Bu da 196o'a göre %30 bir artış demektir.Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) 1968 senesinde intihar vakalarına göre bir rapor yayınlamıştır.İlk sekiz sırada şu memleketler bulunmaktadır:
Federal Almanya, Avusturya, Kanada, Danimarka, Finlandiya, Macaristan, İsveç ve İsviçre.Dünya Sağlık teşkilatının 1970 raporuna göre ise , açıkça bu fenomenin "sanayileşme, şehirleşme süreci ve ailelerin küçülmesine müvazi olduğu belirtilmektedir. Raporda şu tespit de bulunmaktadır: Finlandiya'da intihar olaylarının büyük bir bölümü depresyon, alkolizm ve zorbalıkla denge halindedir. Bu fenomeni muayyen bir memleketin veya çevrenin sınırları içerisinde incelersek görürüz ki, vakalar gelişme ve tahsil derecesine göre artmaktadır

...

Materyalist görüşün iddia ettiğinin aksine, konfor insanın tabiatına uygun birşey değildir. Sosyal uçurum umumiyetle Protestan memleketlerinde nispeten Katolik memleketlerinde daha derindir. Gelir farkları Fransa'da, İngiltere ve Batı Almanya'ya nispeten iki misli, Hollanda'ya nispeten üç misli daha büyüktür. Fakat ruh hastalıkları ve intihar vakaları sayısı tam tersinedir. İnsanın yapıldığı "malzeme" 19. yüzyılın ilim ve tekamül biyolojisinin tasavvur ettiği gibi değildir. En azından sırf bu değildir. İnsan sadece duyular sayesinde yaşamıyor ki... "Tahakkuk edemeyen arzu acıyı, tahakkuk eden ise doyumu intaç ediyor." (Schopenhauer). Konfor ve ona bağlı tüketici zihniyet her yerde , yalnız dine olan bağlılığı değil, herhangi bir değerler sistemine olan bağlılığı da zayıflatıyor ( ve hatta yok ediyor).(17)
Hayatımızın manası olmaktan çok uzak olan uygarlık, daha ziyade varoluşumuzun manasızlığının bir parçası haline geliyor.

17. <<... Sen onlara ve atalarına bol rızık verdin de onlar seni anmayı unuttular...>> (Kur'an, 25/18)

17 Şubat 2009 Salı

Hiçbir Şey Bildiğiniz Gibi Değil

Sömestr tatilinde televizyonların yemek beğenmeme programlarıyla dolduğu bir zamanda kaliteli programlar var mı diye kanaldan kanala gezinirken TRT 2'de Hiçbir Şey Bildiğiniz Gibi Değil adında bir programla karşılaştım. Program konu ve konuk seçimi olarak ve sunucuların entelektüel birikimleri açısından çok güzel bir yapım. İlk izlediğim bölümde şu anda adını hatırlayamadığım Japon bir hanımefendiyi konuk etmişlerdi ve mimari üzerine güzel bir sohbet yapmışlardı. Örneğin; Bruno Taut isimli Alman bir mimar Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda Sovyetler'e bir gezi için gidiyor ve bu geziden sonra Almanya'da komünistlikle suçlanıyor. O yıllarda Almanya'da Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi yani Naziler iktidardadır. Baskılardan çekinen Taut Japonya'dan gelen bir teklifle oraya gider ve uzunca bir zaman orada kalır. Japonlar'ın milli değerlerinden vazgeçip küresel akımlara kapılmasına karşı onları uyarır. Bu dönemde çok fazla eser veremez ve bu nedenle biraz huzursuzdur. Daha sonra Türkiye'den gelen teklifle buraya gelir ve ölene kadar yaşamını burada sürdürür. Türkiye'de Atatürk'ün kendisine özel ilgi ve alaka göstermesi onu buraya daha da bağlamıştır. Burada birçok eser vermiştir, bunlara örnek olarak; Ankara Atatürk Lisesi,yine Ankara'da bir ortaokul, Ankara Üniversitesi DTCF binası, Ortaköy'de Japon evlerine benzeyen tarzda kırmızı bir köşk ( ki bu köşk Boğaziçi Köprüsü'yle Asya'dan Avrupa'ya geçerken görülebiliyormuş ) , Atatürk'ün katafalkı gibi birçok eser varmış. Atatürk öldüğünde çok hasta olmasına rağmen onun cenazesinin taşınacağı katafalkı 36 saat gibi bir sürede tasarlamış ve birkaç ay sonra da kendisi vefat etmiş. Bruno Taut'un naaşı Edirnekapı Şehitliği'nde toprağa verilmiş. Bugün Edirnekapı Şehitliği'nde yatan tek yabancı ve gayrimüslüm Bruno Taut'muş. Mezartaşı orada yatan şehitlerinkinden farklı olarak dikey değil yatay şekilde duruyormuş. Kısacası Türkiye'nin kuruluşu aşamasında önemli yardımlarda bulunmuş nezih bir şahsiyetmiş kendisi.

İzlediğim diğer bölümde ise konuk olarak Kırıkkale Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Doç. Dr. İ. Ethem Polat konuk oldu. Bu programda Haçlı Seferleri üzerine çok bilgilendirici harika bir sohbet vardı. Örneğin Haçlılar'ın yalnız Müslümanlar'a değil Ortodoks Hıristiyanlar'a da çok zarar verdiğini hatta Bizans'a büyük zararları dokunduğunu öğrenmiş bulunduk. Kudüs'te insan eti yediklerini ve dünya tarihindeki en iğrenç olaylardan biri olan kanibalizmin bir örneğini gösterdiklerini duyduk. Ayrıca Kudüs'te bir kalenin teslim olmasından önce teslim olanlara dokunmama sözü verildiği halde içerdeki hemen herkesin katledildiği, kadınlara tecavüz edildiği ve dünyanın gördüğü en büyük katliamlardan birinin yapıldığı anlatıldı. Hatta o sıralarda sokaklarda kan dereleri akıp, insan tepeleri yükseliyormuş. Tüm bunlara rağmen Selahaddin Eyyubi'nin son derece sözünün eri olduğu ve onların katliamlarına katliamla değil, sadece savaşarak karşılık verdiği yabancı kaynaklardan örnekler gösterilerek anlatıldı. Kısacası Haçlı tarihinin vahşilik tarihi olduğu, insanlıktan uzaklaşıldığı ve sözde din uğruna Hıristiyan dünyasının insanlığa karşı büyük günahlar işlediği gözler önüne serildi. Hatta Papa 2. Jean Paul'ün Haçlı Seferleri'nden dolayı tüm Müslümanlar'dan özür dilediği hatırlatıldı. Son olarak Haçlı seferlerinin resmi tarihçilerin söylediği gibi 1096'dan 1270'e kadar olmadığı bundan sonra da özellikle Osmanlı Devleti'ni hedef alan Haçlı Seferleri'nin (örneğin Varna savaşı,Sırpsındığı savaşı,1. ve 2. Kosova savaşları ve daha birçoğu) var olduğu belirtildi. Bu düşüncenin öncü savunucusunun Halil İnalcık hoca olduğu ve bu düşüncesinde de çok haklı olduğu belirtildi.
Ayrıca yakın tarihte de Haçlı düşüncesinin devam ettiği ve önceki ABD başkanı George W. Bush'un bu kavramı sıkça kullandığı ve Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında da Haçlı Seferi kavramının Hıristiyanlar tarafından sürekli kullanıldığı aktarıldı. Örneğin İngiliz bir generalin ve Fransız bir amiralin Selahaddin Eyyubi'nin mezarını tekmeleyerek "Biz yine geldik, ve bir daha gitmeyeceğiz." minvalinde bir söz söylediği buna benzer bir sözün bir Sırp prensi tarafından 1. Osman'ın türbesinde onun sandukasını tekmelerken söylendiği hatırlatıldı. Kısacası Hıristiyan dünyasında Haçlı Seferi (Crusade) düşüncesinin son bulmadığı ve hala aynı tazelikte kullanıldığı örneklerle ve çok güzel bir anlatımla sunuldu.

Bu programı tarih ve genel kültürle ilgilenen herkese tavsiye ediyorum. Programın sunuculuğunu yapan Bülent Arı ve Teyfur Erdoğdu'ya da ayrıca teşekkür etme ihtiyacı hissediyorum.

Kanal: TRT 2
Yayın Günü: Cumartesi
Yayın Saati: 20:00

16 Ocak 2009 Cuma

Srebrenicki Inferno



Bosna'nın resmi olmayan milli marşıdır adeta bu şarkı.Bosna savaşını o savaşın acısını taşıyan bir çocuğun dilinden anlatır.İlk olarak TRT'nin geçtiğimiz sene tüm gün yayın yaptığı Srebrenica katliamını anma törenlerinde duydum ve beni çok etkiledi bu şarkı.Sözlerinin anlamını öğrenince daha da etkilendim.Her yıl 11 temmuzda, beyaz elbiseler giyen çocuklar toplu mezarlardan çıkan şehitlere ağıt olarak bu şarkıyı söylerlermiş.

Şarkının sözlerinin anlamı şu şekilde:

Srebrenitsa Cehennemi

Anne, anne seni hala rüyamda görüyorum
Abla, abi her gece rüyamda sizi görüyorum
Yoksunuz... sizi arıyorum...
Her hareket ettiğimde görüyorum sizi.

Anne baba neden yoksunuz?

Bosna sen benim annemsin.
Bosna seni annem diye çağırırım
Bosna annem srebrenica ablam
Asla yalnız olmayacağım..

Ablam abim hala her gece sizi rüyamda görüyorum
Yoksunuz.. arıyorum sizi..

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Öylesine Bir Yazı

Bugün okul hayatımdaki en güzel derslerimden birine katıldım.Devamlı düşündüğüm bir konuydu bu."İş yaşamı nasıldır?Gerçekten de insanı acımasız olmaya yönlendirir mi?" şeklinde sorular vardı kafamı bulandıran.Vardığım sonuç ise her zaman farklı oluyordu.Çünkü medyada,etrafta,sağda solda gördüğümüz kimseler artık bütün gücün insanda olduğunu ima eder ve 'çıkar'ın,'para'nın ve 'şöhret'in herşeyin üstünde olduğunu gösterir nitelikteydi.Ama ben işyerinde de evde de mutluluğun herşeyden daha önemli olduğunu düşünüyordum.Bunun iş yaşamının ana kuralı olarak gösterilen hep en iyisi,en büyüğü,en zengini olma hırsına ters olduğunu düşündüğüm için de asla başarılı olamayacağımı düşünüyordum.Fakat bugün katıldığım bir derste hocam iş ahlakıyla ilgili çok güzel bir konuşma yaptı.Konuşmasından aklımda kalan kısımlar özetle şöyle:

İş ahlakı günlük hayattaki ahlaktan farklı değildir, olmamalıdır.Birilerinin arkasından konuşmak normalde de ahlaka aykırıdır işte de.Yükselmek için başkalarına çamur atmak, size kısa vadede avantaj sağlayabilir ama uzun vadede kesinlikle kaybetmenize neden olur.Çünkü insanın yaptıkları onun önünden gider ve yapılan hiçbir kötülüğün üstü örtülemez.Başkalarının kafasına basarak yükselmeye çalışmak sizi bir yere kadar götürür.Ama asla ve asla orada mutlu olamazsınız.Başarının anahtarı hak etmektir.
Yükselmek o kadar da önemli değildir,önemli olan başarmak ve başarınla mutlu olmaktır.Yüksekte olan kişilerin sorumluluğu her zaman daha fazladır ve bunu herkes kaldıramaz.Her yerde olduğu gibi işyerinde de pozitif olmak çok önemlidir çünkü birincisi kimseyi kendi sorunların yüzünden mutsuz etmeye hakkın yoktur ,ikincisi pozitif düşünmek insanın mutlu olması için ön şarttır.
Tüm iyi niyetine ve iyi davranışlarına rağmen birisi senin hakkında kötü düşünüyorsa ve senin aleyhinde ve arkandan konuşuyorsa sen yine de onun aleyhinde ve arkasından konuşma.Bu ilk bakışta saçma gözükse bile aslında eninde sonunda senin avantajına dönüşecektir.Eğer ki herşeye rağmen sana saldırmaya devam eden birisi varsa ve o kişiyle konuştuğun halde durum aynı şekilde devam ediyorsa bu durumda yetkili kişilere durumu anlat,iş arkadaşlarına değil.Buna rağmen sorun devam ederse işini değiştirmekten de asla çekinme.

Özellikle hocamın söylediği şu söz çok hoşuma gitti:
Bizde ahlaki değerlerde erozyon başladığı için herşey çıkar üzerine kurulmaya başlandı.Sadece materyalizmle herşeyi çözmeye çalışmak çok yanlış bir düşünce.Bizde eskiden beri var olan ve artık yok olmaya yüz tutan ahlak kavramına Amerika ve Avrupa özellikle iş konusunda çok önem veriyor ve bu tür konulardaki yanlışları asla affetmiyorlar.

Birinden duyduğum bir söz var ,bu Amerikalılar çok Müslüman adamlar diye :) Tabi biz de onlar kadar iş ahlakına uysak biz de iyi yerlere gelirdik heralde dünyada.Ama herşeyi yanlış aldığımız gibi iş yaşamını da yanlış almışız batıdan.İnşallah düzeliriz yakın bir zaman içinde.Ahlak her konuda en önemli yönlendirici etkendir ve başarı ve mutluluğun en büyük anahtarıdır.

26 Mayıs 2008 Pazartesi